Çin'in arabuluculuğunda başlayan İran-Suudi diyaloğu, Trump'ın Körfez çıkarmasıyla yeni bir boyut kazandı. Ortadoğu'da vekâlet savaşlarından stratejik yumuşamaya geçilen bu dönemde, Türkiye için fırsatlar kadar sınavlarla dolu bir satranç tahtası kuruluyor.
Mayıs 2025 itibarıyla Ortadoğu'da yankılanan dikkat çekici gelişmelerden biri, İran ile Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşma süreci oldu.
Yıllardır süren gerilim, vekalet savaşları ve derin mezhepsel ayrılıkların ardından, bu iki bölgesel gücün diplomasi masasında buluşması, Körfez'deki klasik denklemleri altüst ediyor.
Bu çarpıcı dönüşüm, sadece bölgesel siyaseti değil, Türkiye'nin Ortadoğu'daki konumunu ve dış politika stratejilerini de doğrudan etkiliyor.
Yakınlaşmanın arka planı: Çin'in rolü ve tarafların çıkarları
İran ile Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmanın temelinde, başta Çin olmak üzere üçüncü tarafların arabuluculuk çabaları ve her iki ülkenin stratejik çıkarlarının değişimi yatıyor.
Mart 2023'te Pekin'de imzalanan ve diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan anlaşma, Çin'in bölgedeki artan diplomatik nüfuzunun somut bir göstergesi oldu.
Çin, tarafsız ve güvenilir bir arabulucu olarak algılanmasıyla, ABD'ye olan bölgesel güvensizliğin yarattığı boşluğu doldurdu.
Pekin'in hem Tahran hem de Riyad ile güçlü ekonomik bağları, arabuluculuk rolünü pekiştiren en önemli faktörlerden biriydi.
Çin, her iki ülkenin de en büyük ticaret ortağı konumunda ve özellikle İran için, ABD yaptırımları altındaki ekonomisinin can damarı.
Ancak yakınlaşma sadece dış arabuluculuğun bir sonucu değil. Hem İran hem de Suudi Arabistan, bu diplomatik adım için kendi iç ve dış dinamiklerinden kaynaklanan güçlü motivasyonlara sahipti:
İran'ın motivasyonları:
- Ekonomik baskı: ABD yaptırımlarının ağır yükü altındaki İran ekonomisi, kronik enflasyon, işsizlik ve yaygın protestolarla boğuşuyordu. Suudi Arabistan ile ilişkilerin normalleşmesi, ticaret ve ekonomik bağlantıları geliştirerek bu baskıyı hafifletme potansiyeli taşıyordu.
- Küresel izolasyonu kırma: İran, uluslararası arenadaki yalnızlığını kırmak ve bölgesel nüfuzunu korumak istiyordu. Suudi Arabistan'ın, özellikle 2018'den sonra artan askeri yetenekleri ve Çin ile güçlenen ekonomik bağları, Tahran'da stratejik bir tehdit algısı yaratmıştı. Riyad ile yakınlaşma, bu tehdidi dengeleme ve bölgesel rekabetin maliyetini düşürme amacı taşıyordu.
- Çin bağlantısı: Çin'in büyüyen ekonomisi ve enerji talebi, İran için kritik bir pazar sunuyor. Tahran, Çin ile stratejik ortaklığını sürdürmek ve hatta ticarette Çin Yuanı'nı kullanma olasılığını değerlendirerek dolarizasyondan uzaklaşma eğilimindeydi. Suudi Arabistan'ın da Çin ile güçlü ilişkiler kurması, İran'ın Pekin'in desteğini kaybetme endişesini beraberinde getirmişti.
Suudi Arabistan'ın motivasyonları:
- Vizyon 2030 ve ekonomik çeşitlendirme: Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki Suudi Arabistan, petrol bağımlılığını azaltma ve ekonomisini çeşitlendirme hedefiyle "Vizyon 2030" reform programını hızlandırdı. Bu iddialı projelerin başarısı için bölgesel istikrar ve yabancı yatırım çekme yeteneği hayati önem taşıyordu. İran ile gerilimin devam etmesi, bu hedeflere ulaşmayı zorlaştırıyordu.
- ABD'ye güvenin azalması: Suudi Arabistan, ABD'nin bölgeden kademeli olarak çekilme eğilimi, 2015 İran nükleer anlaşması ve özellikle 2019'daki Aramco saldırısı sonrası beklenen ABD askeri tepkisinin gelmemesi gibi nedenlerle Washington'a olan güvenini sorgulamaya başladı. Biden yönetiminin insan hakları eleştirileri de ilişkileri germişti. Bu durum, Riyad'ı dış politikasını yeniden kalibre etmeye ve müttefiklerini çeşitlendirmeye itti.
- Bölgesel liderlik ve otonomi: Suudi Arabistan, Körfez'de ve Arap dünyasında liderlik rolünü pekiştirmek istiyor. İran ile gerilimin azaltılması, bu liderlik arayışına alan açıyor ve Riyad'ın stratejik otonomi kapasitesini artırıyor. OPEC+ içindeki Rusya ile iş birliği ve BRICS gibi platformlara olan ilgisi de bu stratejinin bir parçası.
Trump yönetiminin dolaylı etkisi (Hipotez):
Suudi Arabistan'ın, ABD-İran nükleer müzakerelerinde arabuluculuk yapmayı teklif edildiği söylenmektedir.
Bu durum, Trump'ın yaklaşımının önceki ABD yönetimlerinden farklı olarak bölgedeki ortaklarla daha "işbirlikçi ve şeffaf" olduğu algısıyla bağlantılıdır.
Ancak bu, İran-Suudi normalleşmesinin ilk adımları için değil, daha çok nükleer müzakereler ve genel bölgesel diyalog için bir "destekleyici etken" olarak ortaya çıkmaktadır.
Yani, bu durum, halihazırda başlamış olan yakınlaşma ve diyalog sürecinin ABD tarafından sonradan benimsenmesi ve fırsata dönüştürülmesi olarak yorumlanabilir.
Yakınlaşmanın bölgesel dinamiklere etkileri
İran-Suudi yakınlaşması, Ortadoğu'da geniş kapsamlı domino etkileri yaratıyor:
- Vekalet savaşlarında yumuşama: Yemen gibi vekalet savaşlarının sürdüğü bölgelerde çatışmanın yoğunluğunda bir azalma gözlemleniyor. Taraflar, maliyetli çatışmalar yerine diplomatik çözüm yollarını tercih etme eğilimine giriyor.
- Çok kutuplu sistem: Bölgedeki yeni dinamik, tek bir hegemonik gücün olmadığı, daha çok taraflı ve çok kutuplu bir sistemi işaret ediyor. ABD, Çin, Rusya gibi büyük güçlerin yanı sıra, Körfez ülkeleri ve Türkiye gibi bölgesel aktörler de kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor.
- Suriye'deki etki alanları: İki ülkenin Suriye'de etki alanları ve çıkarları çakışıyor. Bu durum, uluslararası ilişkilerde rekabet ve iş birliğinin aynı anda yürütülebileceği tezine örnek teşkil ediyor. Suudi Arabistan'ın yıllar sonra Suriye'de ulaştığı pozisyon, doğrusu ayrı bir yazıyı hak ediyor. Onu başka bir zamana bırakalım.
- Nükleer program: Suudi Arabistan, İran'ın nükleer programına yönelik tutumunu değiştirerek ABD-İran müzakerelerini desteklemeye başladı. Riyad, İran'ın vekalet savaşlarını ve balistik füze programını da kapsayan daha kapsamlı bir anlaşma talep ediyor ve hatta bu müzakerelerde arabuluculuk rolü üstlenmeye hazır olduğunu belirtiyor. Bu, bölgesel istikrar arayışının bir parçası olarak görülüyor.
Türkiye'ye yansımaları: Fırsatlar ve sınavlar
İran-Suudi yakınlaşması ve Körfez'deki bu yeni diplomatik iklim, Türkiye için hem önemli fırsatlar hem de dikkatli yönetilmesi gereken sınavlar sunuyor:
- Ekonomik ve enerji fırsatları: Bölgedeki gerilimin azalması, Türkiye için yeni enerji iş birliği ve ticaret yolları açabilir. Enerji koridorlarında kilit bir ülke olmak isteyen Türkiye, İran ve Suudi Arabistan ile ilişkilerini sadece mevcut ekonomik alışverişle sınırlı tutmayıp, stratejik eşgüdümle daha ileriye taşımayabilir. Bu, enerji güvenliği ve çeşitliliği açısından kritik öneme sahip.
- Savunma sanayii potansiyeli: Körfez ülkeleri, askeri modernizasyona büyük yatırımlar yapıyor. Türkiye'nin gelişen savunma sanayii, bu pazarda önemli bir yer edinebilir. Ancak bunun için sadece ürün satmak yerine, ortak üretim, teknoloji transferi ve uzun vadeli ortaklıklar gibi katma değerli modeller sunması gerekecek. Suudi Arabistan'ın Vizyon 2030 kapsamında teknoloji ve yapay zekaya yaptığı yatırımlar, Türkiye için de iş birliği alanları yaratabilir.
- Diplomatik etki ve arabuluculuk: Türkiye, Ortadoğu'daki köklü bağları ve kendi çok taraflı dış politika duruşuyla, bölgesel gerilimin azaldığı bu ortamda diplomatik rolünü artırabilir. İran-Suudi yakınlaşmasının yarattığı diyalog ortamı, Türkiye'nin yeni çatışmaları önleme ve mevcut sorunlara barışçıl çözümler bulma çabalarına katkıda bulunması için zemin sunuyor. Bölgesel rekabetin dışında ve üstünde konumlanarak, yeni platformlar inşa etme veya mevcut inisiyatiflere liderlik etme potansiyeli bulunuyor.
- Suriye'deki denge politikası: Suriye'deki Esad sonrası yeni durum, Türkiye'nin buradaki çıkarlarını (terörle mücadele, mülteci geri dönüşü, sınır güvenliği) gözetirken, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ortak paydalar bulmasını gerektirebilir. İran'ın azalan, Suudi Arabistan'ın artan etkisi ve Türkiye'nin zaten güçlü olan pozisyonu, karmaşık bir denge politikasını zorunlu kılıyor.
- Artan rekabet ve Çin etkisi: ABD'nin Körfez'de Çin'e karşı nüfuzunu artırma çabası, Türkiye için de yeni dinamikler yaratıyor. Türkiye'nin de Çin ile ekonomik bağları güçlenirken, ABD ile olan stratejik ortaklığını sürdürmesi gerekiyor. Bu çok kutuplu ortamda, Türkiye'nin kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmek için dikkatli bir dengeleme siyaseti izlemesi şart.
Sonuç olarak, Körfez'deki İran-Suudi yakınlaşması, Ortadoğu'da "dengeye dayalı yumuşama" adı verilen yeni bir dönemi başlatmış durumda.
Bu süreç, vekalet savaşlarının maliyetinin artması ve ekonomik kalkınma vizyonlarının öncelik kazanmasıyla tetiklendi.
Türkiye, bu yeni ve karmaşık "satranç tahtasında" başarılı olmak için diplomatik esnekliğini, ekonomik potansiyelini ve stratejik denge kurma yeteneğini etkin bir şekilde kullanmak zorunda kalacak.
Bölgedeki her bir salınım, Ankara'nın dış politikasını ve gelecekteki konumunu doğrudan şekillendirecek.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish