Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenlik mimarisinde, yalnızca bir danışma organı değil, aynı zamanda devletin güvenlik siyaseti ile siyasi rejimi arasında işleyen bir "kurumsal ara yüz" olarak tasarlanmış ve zamanla bu konumunu pekiştirmiştir.
Türkiye'nin yakın tarihine damgasını vuran asker-sivil ilişkilerinde belirleyici bir mihenk taşı olan MGK, varlığını sadece anayasal metinlerde değil, siyasi pratikte de hissedilir kılmayı başarmış az sayıdaki kurumsal yapılardan biridir.
MGK'nın temelleri, 1960 darbesi sonrası hazırlanan 1961 Anayasası'na dayanır.
Bu anayasa, Türk siyasal hayatında ilk kez güvenlik politikalarının biçimlendirilmesinde askerî aklın kurumsal bir araçla temsilini tesis etmiş, dönemin Soğuk Savaş bağlamında şekillenen tehdit algılarıyla uyumlu bir biçimde MGK'yı anayasal bir kurum olarak inşa etmiştir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
1961 Anayasası'ndaki MGK tasarımı, Batı ittifakı içinde yer alan, fakat kendi tarihsel koşulları nedeniyle güvenlik kaygılarını daima yüksek tutan Türkiye için meşrulaştırıcı bir zemin oluşturmuştur.
Ancak MGK'nın gerçek anlamda sistem içindeki ağırlığını artıran dönüm noktası, 1982 Anayasası ile olmuştur.
1980 Askerî Darbesi'nin ardından hazırlanan bu anayasa, yalnızca yürütmeyi güçlendirmekle kalmamış, aynı zamanda güvenlik bürokrasisinin sivil siyasete nüfuzunu kurumsallaştırmıştır.
MGK bu dönemde, anayasa'nın 118'inci maddesiyle yürütme organının asli parçalarından biri haline getirilmiş; kararlarının "öncelikle göz önünde bulundurulması" ifadesi ile fiilen yönetsel baskı unsuru yaratılmıştır.
Bu ifadeler, MGK'nın sadece tavsiyede bulunan değil, politika yönlendiren bir organ gibi işlediğini ortaya koymuştur.
Kurumsal olarak da 2945 sayılı yasa ile MGK Genel Sekreterliği güçlendirilmiş, sekreterliğin teknik kapasitesi ve istihbari donanımı artırılmıştır.
Bu süreç, MGK'nın neredeyse bir "gölge güvenlik kabinesi" gibi faaliyet göstermesine olanak tanımış, özellikle 1990'lı yıllarda iç tehdit algısının merkezinde yer alan meselelerde belirleyici bir aktör olarak öne çıkmasına neden olmuştur. 28 Şubat süreci, bu bağlamda MGK'nın kurumsal etkisinin doruğa çıktığı bir örnek olarak dikkat çeker.
Bu dönemde MGK kararlarının yürütme üzerindeki bağlayıcılığı, anayasal sınırların ötesine geçmiş, siyasi karar alma süreçleri doğrudan yönlendirilmiştir.
2001 yılında, Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinin başlaması ve reform sürecinin hız kazanmasıyla MGK'nın yapısında önemli değişikliklere gidilmiştir.
Özellikle 2003 yılında kabul edilen reformlarla birlikte MGK'nın sivilleşmesi yönünde somut adımlar atılmış; Genel Sekreterlik görevine ilk kez bir sivil atanmış, Kurul'un yapısı ve görev tanımı yeniden tanımlanmıştır.
Bu değişiklikler, MGK'nın güvenlik bürokrasisinin merkezinden, anayasal danışma organına evrilmesi yönünde bir irade beyanı olarak yorumlanabilir.
Ancak bu dönüşüm, bazı yönleriyle biçimsel kalmış; MGK'nın devlet aklı üzerindeki etkisi, özellikle kriz dönemlerinde yeniden görünür hale gelmiştir.
Anayasal ve hukuki statüsü: Yetki mi, tavsiye mi?
Milli Güvenlik Kurulu'nun anayasal ve yasal zemini, onun siyasal sistem içerisindeki rolünün yalnızca hukuki değil, aynı zamanda fiilî güç dengeleriyle şekillendiğini ortaya koyar.
Anayasada tanımlanan "tavsiye" niteliğindeki görev tanımına rağmen, MGK'nın kararlarının yürütme üzerindeki etkisi zaman zaman bu sınırları aşarak fiilî bir yönetsel güce dönüşmüştür.
Bu durum, kurumun anayasal statüsü ile siyasi uygulamadaki gerçek konumu arasındaki gerilimi sürekli canlı tutmuştur.
1982 Anayasası'nın 118'inci maddesi, MGK'nın oluşumunu ve görevlerini belirlerken, özellikle "Milli Güvenlik Kurulu, alınması zorunlu görülen tedbirler ile ilgili olarak Bakanlar Kurulu'na tavsiyelerde bulunur" ifadesine yer verir.
Ancak hemen ardından gelen "… Bakanlar Kurulu bu tavsiyeleri öncelikle dikkate alır" hükmü, MGK'nın anayasal statüsünü sıradan bir danışma organı olmaktan çıkararak, siyasal karar alma süreçlerinde belirleyici bir ağırlığa kavuşturmuştur.
Özellikle bu ibare, anayasa hukukçuları arasında yıllarca tartışma konusu olmuş; MGK'nın yürütme üzerinde bağlayıcı bir otoriteye dönüşüp dönüşmediği sorusu gündemde kalmıştır.
Kurumsal çerçeve, yalnızca anayasal metinle değil, 1983 tarihli 2945 sayılı "Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu" ile tamamlanır.
Bu yasa, MGK Genel Sekreterliği'ni sıradan bir idari birim olmaktan çıkararak, bilgi üreten, politika öneren, hatta güvenlik stratejileri oluşturan bir yapı olarak kurgular.
Yasanın 3'üncü maddesinde belirtilen görevler arasında, "devletin milli güvenlik siyasetinin belirlenmesine yardımcı olmak, gerekli koordinasyonu sağlamak ve bu siyasetin uygulanmasını izlemek" gibi ifadeler yer alır.
Bu bağlamda MGK, yalnızca politika öneren değil, politikaların uygulanmasını da gözeten yarı-yürütme benzeri bir mekanizma işlevi görmüştür.
Pratikte, bu hukuki çerçeve zaman zaman geniş yorumlara açık hale gelmiştir.
1990'lı yıllarda MGK kararlarının adeta hükûmet kararları gibi uygulanması, bu geniş yorumların ürünüdür.
Özellikle 28 Şubat süreci, MGK'nın "tavsiye" kararlarının nasıl bir siyasal müdahale aracına dönüşebileceğini çarpıcı biçimde göstermiştir.
Bu süreçte MGK kararları doğrudan yürütme organına değil, bürokrasiye, medya kuruluşlarına, üniversitelere ve sivil topluma yön vermiştir.
Böylece anayasal çerçeve, fiilî iktidar ilişkileriyle yeniden tanımlanmıştır.
2001 ve sonrasında yapılan anayasal ve yasal reformlarla birlikte MGK'nın yetki alanında görünürde bir daralma gerçekleşmiş, tavsiye niteliği vurgusu güçlendirilmiş, Genel Sekreterliğin askerî yapısı sivil kimliğe dönüştürülmüştür.
Ancak bu dönüşüm, MGK'nın kurumsal belleğinde ve devlet aklındaki yeri itibarıyla sınırlı etkiler yaratmıştır.
Özellikle güvenlik tehditlerinin arttığı dönemlerde MGK'nın yeniden ön plana çıkması, bu yapının devlet mekanizmasında işlevsel bir ağırlığa sahip olduğunu göstermektedir.
Güvenlik kavramının dönüşümü ve MGK'nın rolü
Milli Güvenlik Kurulu'nun tarihsel işlevi, yalnızca kurumsal yapısına değil, aynı zamanda güvenlik kavramının devlet aklı içindeki algılanış biçimine de doğrudan bağlıdır.
MGK'nın işlevselliğini, klasik anlamda askerî güvenliğe indirgenen bir tehdit tanımından; daha geniş, karmaşık ve çok boyutlu güvenlik anlayışlarına geçiş süreci içinde değerlendirmek gerekir.
Türkiye'deki güvenlik algısı, uzun süre boyunca devleti merkeze alan, iç ve dış tehditleri askerî odaklı bir çerçevede yorumlayan bir anlayışla şekillenmiş; bu anlayış MGK'nın kurum içi reflekslerine ve karar yapılarına derinlemesine nüfuz etmiştir.
Soğuk Savaş döneminde güvenlik, temelde askerî bir mesele olarak algılanmış; tehdit ise daha çok sınırların ötesinden gelen bir saldırı ihtimaliyle özdeşleştirilmiştir.
Bu çerçevede MGK, ulusal güvenliği dış tehditlere karşı korumakla yükümlü, devletin bekasını sağlamakla görevli bir yapı olarak kurgulanmıştır.
Bu dönemin güvenlik doktrinleri, toplumsal ya da siyasi farklılıkları değil, dış kaynaklı tehditleri öncelikli görür.
Ancak özellikle 1990'lı yıllarda "iç tehdit" kavramı öne çıkmış; bölücülük, irtica, aşırı sol ve etnik hareketlilik gibi konular MGK gündeminin temel başlıklarını oluşturmuştur.
Böylece güvenlik algısı, sınırları aşan bir tehditten çok, sınırların içinde kimliklere ve düşüncelere yönelmiştir.
2000'li yıllardan itibaren uluslararası güvenlik çalışmaları, güvenlik kavramını sadece askerî değil; çevresel, toplumsal, ekonomik ve hatta bireysel tehditleri de kapsayacak şekilde yeniden tanımlamaya başlamıştır.
Barry Buzan ve Kopenhag Okulu'nun önerdiği bu geniş güvenlik yaklaşımı (widening security), özellikle küçük tehditlerin siyasileştirilerek "güvenlikleştirilmesi" (securitization) sürecini açıklamak açısından son derece işlevseldir.
Türkiye özelinde bu çerçeve, MGK'nın tehdit algılarını analiz etmek için verimli bir teorik zemin sunar.
Zira MGK, yalnızca nesnel tehditlere değil, siyasi olarak tehdit olarak tanımlanan her türlü oluşuma karşı pozisyon alabilen bir yapı olarak işlev görmüştür.
Bu noktada "güvenlikleştirme" kavramı kritik bir eşiktir. MGK'nın kararları ve bildirileri, sıklıkla belirli sorun alanlarının -örneğin laiklik karşıtı faaliyetler, bölgesel ayrılıkçılık ya da bilgi güvenliği tehditleri- güvenlik alanına çekildiğini göstermektedir.
Bu da ilgili politikaların artık demokratik tartışma değil, olağanüstü tedbirlerle ele alınması gereken konular olarak kodlanmasına yol açar.
Böylece MGK, sadece güvenliği sağlayan değil, güvenliğin sınırlarını belirleyen bir otoriteye dönüşür.
Son yıllarda güvenlik gündeminin genişlemesiyle birlikte MGK'nın görev sahası da biçimsel olarak çeşitlenmiştir.
Siber güvenlik, biyolojik tehditler, göç hareketliliği, dezenformasyon gibi konular, MGK bildirilerinde giderek daha fazla yer almaktadır.
Ancak burada dikkat çekici olan, bu yeni tehditlerin nasıl çerçevelendiğidir. Tehditlerin teknik boyutları kadar, siyasallaştırılmış içeriği de MGK'nın karar ve yönlendirmelerinde öne çıkmaktadır.
Bu bağlamda MGK, yeni güvenlik alanlarını tanıma kapasitesine sahip olmakla birlikte, bu alanlara yaklaşım biçimi itibarıyla geleneksel güvenlikçi reflekslerini büyük ölçüde korumaktadır.
Sivil-asker ilişkileri ve MGK
Milli Güvenlik Kurulu, Türkiye'de sivil-asker ilişkilerinin hem kurumsal görünürlüğü hem de siyasal etkisi bakımından merkezî bir konumda yer alır.
MGK, sadece bir güvenlik koordinasyon organı değil; aynı zamanda askerî bürokrasinin sivil siyaset üzerindeki etkisini sürdürebildiği meşru bir platform olarak işlev görmüştür.
Bu özelliğiyle MGK, Türkiye'de demokrasinin kurumsallaşması önündeki temel yapısal sınır çizgilerinden biri olarak da değerlendirilmiştir.
Samuel Huntington'ın klasik sivil-asker kuramında öne sürdüğü "nesnel denetim" ve "öznel denetim" ayrımı çerçevesinde MGK'nın işlevi incelendiğinde, Türkiye örneği özgün bir karma model sunar.
Öznel denetimin -yani askerin siyasete doğrudan katılımının- MGK üzerinden kurumsallaştırıldığı, ancak bu katılımın zaman zaman nesnel denetim alanlarını aşarak karar alma süreçlerini belirlediği görülmektedir.
Bu durum, özellikle 1982 Anayasası sonrasında MGK'nın yürütme içindeki konumunun güçlendirilmesiyle daha da belirginleşmiştir.
MGK'nın kararlarının "öncelikle dikkate alınması" zorunluluğu, sivil iktidarın askerî tercihler karşısında manevra alanını sınırlayan bir faktöre dönüşmüştür.
MGK'nın sivil-asker ilişkilerindeki belirleyici rolü, yalnızca anayasal düzenlemelerle değil, aynı zamanda "devlet aklı" kavramı etrafında şekillenen güvenlik kültürüyle de ilişkilidir.
Bu kültür, askerin devleti koruma görevini yalnızca dış tehditlere karşı değil, sivil siyasi iktidarların olası sapmalarına karşı da bir tür vesayet sorumluluğu olarak görmesine zemin hazırlamıştır.
MGK ise bu vesayetin kurumsal görünümüdür. 28 Şubat süreci, bu açıdan MGK'nın askerî iradeyi sivil siyaset üzerinde nasıl yapılandırabildiğine dair çarpıcı bir örnek sunar.
O dönemde Kurul'un kararları, hükümetin sadece politikalarını değil, meşruiyetini de sorgulayan bir mekanizma olarak çalışmıştır.
Nitekim MGK, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından yeniden güvenlik siyaseti içinde merkezî bir aktör haline gelmiş; yeni tehdit algılamaları karşısında, askerî ve sivil unsurların yeniden harmanlandığı bir yapı olarak sahneye çıkmıştır.
Bu süreçte Kurul, sivil iradenin güçlenmesi söylemi altında yeniden güvenlikçi bir refleksle çalışmaya başlamış, özellikle "FETÖ tehdidi" ve terörle mücadele gibi başlıklarda belirleyici konumunu korumuştur.
Böylece sivil-asker ilişkilerinde form değişse de içerik düzeyinde güvenlik bürokrasisinin etkisi devam etmiştir.
Güncel dönemde MGK: İmaj mı, güç mü?
15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi, Türkiye'de güvenlik mimarisinin köklü biçimde yeniden şekillendirilmesine yol açmıştır.
Bu dönemde güvenlik kurumları sadece organizasyonel açıdan değil, aynı zamanda algısal düzeyde de yeniden konumlandırılmış; devletin bekasıyla özdeşleşen bir güvenlik söylemi toplumsal ve siyasal alanı kuşatmıştır.
Milli Güvenlik Kurulu da bu yeniden yapılanmanın içinde konumunu muhafaza etmekle kalmamış, "yeniden anlamlandırılan devlet aklı"nın görünür yüzlerinden biri hâline gelmiştir.
MGK'nın bu süreçteki rolü, iki farklı okumaya açık bir karakter taşımaktadır.
Bir yandan Kurul, anayasal ve yasal sınırlar içerisinde kalmaya özen gösteren, danışma ve koordinasyon işlevini vurgulayan bir kurum görüntüsü sunar.
Bildirilerinde sıklıkla "devletin bekası", "milli birlik ve beraberlik", "bölgesel tehditler" ve "terörle mücadele" gibi temalar ön plandadır.
Bu bağlamda Kurul, belirli güvenlik politikalarının gerekçelendirilmesinde "üst akıl" referansı olarak işlev görmektedir.
MGK bildirilerinin içerik analizi yapıldığında, 2016 sonrası dönemde özellikle beka söyleminin merkezî hâle geldiği görülür.
Bildirilerde FETÖ, PKK, YPG, DEAŞ gibi tehdit unsurlarının altı çizilirken, bu tehditlerin yalnızca güvenliğe değil, aynı zamanda toplumsal bütünlüğe, ekonomik yapıya ve hatta kültürel dokulara yöneldiği vurgulanır.
Bu tür söylemler, klasik askerî tehdit algısından ziyade, "sivil alanın güvenlikleştirilmesi"ni ima eden çok katmanlı bir güvenlik yaklaşımını yansıtır.
MGK bu noktada yalnızca bir politika belirleyicisi değil, aynı zamanda bir "ulusal güvenlik anlatısı"nın üreticisi konumundadır.
Diğer yandan, kamuoyundaki algı açısından bakıldığında MGK'nın son yıllarda bir imaj kurumu hâline geldiğine dair yorumlar da artmaktadır.
Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi'ne geçişle birlikte tüm güvenlik bürokrasisi cumhurbaşkanı etrafında yeniden organize edilmiş; Savunma Sanayii Başkanlığı, İstihbarat Koordinasyon Kurulu ve Güvenlik Zirvesi gibi yapılar MGK'nın işlevlerini kısmen paylaşır hâle gelmiştir.
Bu gelişmeler MGK'yı, koordinasyon işlevini sembolik düzeyde yerine getiren, fakat fiilî karar alma süreçlerinde ikinci planda kalan bir yapıya dönüştürmüş görünmektedir.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish